• NE ZAMAN GİDİLİR?
    Nisan-Ekim Ayları Arası
  • KAÇ GÜNDE GEZİLİR?
    7-8 Gün
  • VİZE
    30 Gün Vizesiz
  • PARA BİRİMİ?
    Güney Afrika Rand
  • TOPLU TAŞIMA?

    Zor/Ucuz

  • RESMİ DİLLERİ?

    İngilizce +10 Dil

  • PRİZ
    M Tipi
  • ZAMAN DİLİMİ?
    1 Saat Geride

Gezi Tarihi : Eylül 2017 Gezi Süresi : 6 Gece

Yazıma nereden başlayayım, Cape Town’u nasıl anlatayım bilemiyorum. Güzelliği karşısında aklımızı başımızdan alan tek şehir Cape Town, yeryüzünde bu kadar güzel başka bir yer var mı bilmiyorum, bana sorarsanız yok ama tüm dünyayı dolaşmadığım için de emin olamıyorum. Güney Afrika’ya gidiyoruz dediğimiz zaman gelişmemiş bir ülkeye gideceğimizi sanıyorduk ancak araştırınca hiç öyle olmadığını gördük ama bu kadar büyüleneceğimiz bir şehre sahip olmasını da açıkçası beklemiyorduk. Sanırım Cape Town’u en güzel şöyle anlatabilirim, bir şehir düşünün bir tarafında Atlas Okyanusu, bir tarafında dünyanın 7 harikasından biri olan heybetli Masa Dağı ve onun uzantılarından oluşan tepeler, ikisinin ortasına kurulmuş Afrika’da değilde Avrupa’da olduğunuzu hissettiren gelişmiş bir şehir, güler yüzlü ve aşırı iyi niyetli insanlardan oluşan halk, insanı kendine hayran bırakacak derecede doğal güzellikler, kendi ülkemizde hayvanat bahçesinde bile göremeyeceğimiz hayvanların şehrin merkezinde özgürce dolaşması, Afrika’nın en güneyi Ümit Burnu’nda size eşlik eden babunlar, kumsala indiğinizde yanınıza yüzerek gelen minnoş penguenler, yol kenarlarında rastladığınız deve kuşları, zebralar, sahilde oturup ufka bakarken bir anda sizi selamlayan balinalar, foklar, yunuslar, dünyanın en güzel yolundan geçerken gördüğünüz muhteşem gün batımı manzarası, uçsuz bucaksız üzüm bağları ve bitmeyen aktiviteler. Bu tanıma daha yazabileceğim çok şey var ancak birazını da yazımın içeriğine bırakmak istiyorum 🙂 Hazırsanız size dünyanın en güzel şehrini (kesinlikle abartmıyorum) anlatmaya başlıyorum 🙂

 

 

Cape Town, Güney Afrika’nın 3 başkentinden biri ve Afrika’nın en çok turist çeken şehri. Zamanında İngiliz sömürgesi olarak varlığını sürdürdüğünden şehrin her yerinde İngiliz etkilerine rastlamak mümkün. Afrika, Avrupa ve İslam etkilerinin karışımı olan şehir tam bir kültür çeşitliliği vaadediyor, Afrikalı, Melez, Müslüman ve Beyaz halk barış içerisinde bir arada yaşıyor. Hakkında okuduğum yazılarda ne kadar tehlikeli bir şehir olduğundan da bahsediliyordu ancak bu tehlike başka ülkelerin başka şehirlerinde yaşayabileceklerinizden fazla değil. Cape Flats adı verilen teneke mahallelere yalnız gitmeniz önerilmiyor ve hava karardıktan sonra turistik olmayan yerlerde tek başınıza dolaşmanız tavsiye edilmiyor. Onun dışında şehirde gözle görülür bir siyah beyaz ayrımı bulunmuyor, hatta burada beyaz insanlar daha çoğunlukta bile diyebiliriz.

 

 

Cape Town kesinlikle bir kere gitmekle yetinemeyeceğiniz, daha havaalanında geri dönüş yoluna geçmemişken bir sonraki gelişinizde neler yapabileceğinizi düşüneceğiniz bir şehir olacak 🙂

Biz Cape Town’a Joburg gezimiz sonrasında geldik. Güney Afrika gezisinin planlamasını nasıl yaptık, nereleri gezdik merak ederseniz buraya, Joburg yazımı okumak için ise buraya tıklayablirsiniz.

 

Para Birimi

Güney Afrika’nın para birimi Güney Afrika Rand’i, kısaltması ZAR, Türkiye’de bulabilmek pek mümkün değil, yanınızda dolar ya da euro götürürseniz döviz bürolarından bozdurabilirsiniz. Ya da bankanız çok komisyon almıyor ise atmler üzerinden para çekebilirsiniz, şahsen biz sadece atmler üzerinden para çekmeyi tercih ettik. 1 TL 0,33 Rand’e karşılık geliyor, biz gittiğimizde Türk Lirasının dörtte biri gibiydi ancak son dönemdeki kur artışlarından Rand’de nasibini almış. 1000Rand’i 330TL olarak düşünebilirsiniz.

 

Resmi Dil

Aslında Güney Afrika’nın 11 tane resmi dili var ancak bizim gördüğümüz kadarıyla en çok konuşulanı İngilizce. İngilizce konuşamayan bir insana dahi rastlamadık, sokaktaki satıcıdan restorandaki garsonuna kadar herkes İngilizce konuşuyor. Dolayısıyla anlaşamama, dillerini anlamama gibi bir derdiniz olmuyor.

 

Gezi İçin En Uygun Mevsim ve Süre

Cape Town her mevsim ziyaret edilebilecek bir şehir ancak Güney Yarımküre’de olduğunu ve bizimle tam ters mevsimler yaşandığını unutmamak gerek. Bizim kışı yaşadığımız aylar Cape Town’un yaz ayları, yazı yaşadığımız aylar ise kış, ancak havası yumuşak olduğu için kış ayıları sert geçmiyor ve ziyaret etmeye uygun. Onun dışında Nisan-Ekim ayları arası Cape Town için en uygun aylar olarak biliniyor çünkü hava geceleri yağmurlu olsa bile gündüzleri ılık oluyor, balinaların göç mevsimi olduğu için görülme olasılıkları daha yüksek ve aynı zamanda bölge çiçeklerinin en muhteşem olduğu dönem. Bizim gezimiz de bu döneme denk geldi ve inanılmaz keyifli vakit geçirdik, yalnızca bir günümüz bol yağış altında geçti.

Cape Town kaç günde gezilir derseniz, bunun cevabını duygularımdan bağımsız olarak mantığımla vermem gerekiyor çünkü Cape Town’un görülmesi gereken yerleri bir haftada bitirilebilir ancak ömür boyu orada kalsanız bile geçen zaman size yetmeyebilir 🙂

 

 

Ulaşım

Türk Hava Yolları’nın İstanbul’dan Cape Town’a direkt uçuşları mevcut ve yolculuk yaklaşık 11 saat sürüyor, günde sadece bir uçuş bulunuyor. Biz Cape Town’a Joburg’dan geçtiğimiz için yerel bir havayolu şirketi olan Mango Airlines ile geldik. Uçak biletini gitmeden önce şirketin websitesi üzerinden 450TL’ye satın aldık. Bizim Pegasus’a benzeyen Mango ile yaklaşık 2 saat süren yolculuğun ardından Cape Town’a ulaştık. Dönüşte ise THY ile Cape Town’dan 17.20’de bindiğimiz uçakla, yaklaşık 10 saatin sonunda İstanbul’a iniş yaptık. THY’dan satın aldığımız Joburg gidiş Cape Town dönüş biletine ise iki kişi için 6.200TL ödedik.

Cape Town’da da Joburg’da olduğu gibi toplu taşıma araçlarını genel itibariyle yerel halk kullanıyor ve turistlerin kullanması hırsızlık gibi olayların yaşanmaması adına pek önerilmiyor. Açık konuşmak gerekirse biz denemedik ama herhangi bir tehlikeyle karşılaşacağımızı düşündüğümüz için değil, vaktimiz kısıtlı olduğu ve gezilecek yerler çok geniş alana yayıldığı için daha kolay ve kısa süreli yöntemleri kullanmayı tercih ettik. Yine de bildiğim kadarıyla toplu taşıma sisteminden bahsetmem gerekirse, en güvenli araç MyCiti otobüsleri gibi duruyor, bizim akbil benzeri bir kart alıp içine para yükleyerek bu otobüsleri kullanabiliyorsunuz, şehrin her bölgesine gitmese bile belli başlı noktalara bu otobüsle ulaşmak mümkün. Buradan otobüs ile ilgili detaylı bilgiye, rotalara ve fiyatlara ulaşabilirsiniz. 

Şehirde denk geldiğimiz bir diğer ulaşım aracı beyaz dolmuşlar, açıkçası ben binmem, tavsiye de etmem, denemedim ama gerçekten görüntüleri insana hiç güven vermiyor. Cape Town’da yaşasam alıştıktan sonra belki kullanabileceğim araçlar ama başka alternatifiniz varsa bence riske girmeye değmez.

Tren, özellikle uzak noktalara gitmek için kullanılabilecek bir yöntem, hakkında pek iyi şeyler okumadım, binenler genelde tedirgin olmuş, başlarına hırsızlık olayları gelenler de var ancak gündüz saatlerinde dolu vagonlar tercih edilirse çok sıkıntı olacağını düşünmüyorum.

Bu ulaşım araçları dışında turistler tarafından en çok kullanılan yöntem Uber. Uber burada çok yaygın ve ücretleri bizim ülkemize ya da Avrupa’ya kıyasla çok ucuz. Biz de havalimanından şehir merkezine ulaşmak için Uber kullandık, otelimiz Long Street civarında yer alıyordu ve yaklaşık 270 Rand ödedik. Gitmeden önce uygulamayı telefonunuza indirip kredi kartınızı tanımlarsanız, hiç sıkıntı yaşamadan kullanabilirsiniz. Uber hakkında daha detaylı bilgi almak için bu yazımı okuyabilirsiniz.

Biz ulaşım işini nasıl hallettik, öncelikle ilk iki gün için Hop on Hop off otobüs bileti satın aldık, bu otobüsler şehir merkezinde bulunan ve gezilmesi gereken her yere gidiyor, istediğiniz durakta inip istediğinizden binebiliyorsunuz, otobüslerde Türkçe dil seçeneği mevcut ve gidilen yerler hakkında anlatım yapılıyor, kullanımı rahat, ucuz ve güvenli. Biz iki günlük otobüs biletine iki kişi için 540 Rand ödedik. Üçüncü günden sonra ise araba kiraladık ve merkez dışında kalan, yapmayı planladığımız bütün aktiviteleri bu sayede gerçekleştirebildik.

 

 

Araç Kiralama

Cape Town’da araç kiralamak, Cape Town’a gelmeye karar verdikten sonra yaptığınız en doğru hareket olacaktır 🙂 Şehir çok büyük bir alana yayılmış, görülecek çok fazla yer, yapılacak çok atraksiyon var ve hepsine yetişebilmek, ulaşım maliyetlerini düşürmek adına araç kiralamak gerekiyor. Ancak burada göze alınması gereken en önemli konu trafik İngiltere’de olduğu gibi bize göre tersten akıyor ve araçların direksiyonları sağ tarafta yer alıyor. Biz ilk defa bunu deneyimledik ve yaklaşık 2 saat sonra bu duruma alışmıştık. Tek yapmanız gereken her durumda solda kalmayı başarmak ve gidiş dönüş yollarda yola dalıpta şerit değiştirmemek. Biz ‘sola dön solda kal, sağa dön solda kal’ diye diye kendimizi o kadar şartlamışız ki, ülkeye döndüğümüzde sinyal yerine sileceğe basmaya başladık 🙂

Araç kiralama hizmeti veren tüm büyük firmalar Cape Town’da yer alıyor, onun dışında daha küçük çaplı ancak daha ucuza kiralama yapan yerel firmalar da bulunuyor. Biz garantici insanlar olduğumuz için kiralamayı gitmeden önce online olarak Budget üzerinden yaptık 🙂 Dört günlük kiralama için 1.560 Rand ödedik. Gitmeden önce benzinin çok ucuz olduğunu okumuştum ancak öyle değildi, litresi 5 liraya yakındı, yanlış hatırlamıyorsam 4,55 lira civarındaydı.

Araç kiralayacaksanız otoparkı olan bir otel ya da evde konaklama yapmanızı öneririm. Gece sokaklara araba bırakmak pek güvenli değil, hatta bizim otel çok merkezi bir yerde olmasına rağmen, otelde çalışanlar sokağa bırakmamamız konusunda bizi uyardı, sabah ne halde bulacağınız belli olmaz, güvenli değil dediler. Biz de geceleri arabayı sadece kapalı güvenlikli otoparka bıraktık.

Gündüz gidilen yerlerde otopark sıkıntısı bulunmuyor çünkü yol kenarları bizim buradaki İspark gibi, her yerde görevliler var ve ücretleri çok makul. Resmi görevlilerin olmadığı yerlerde ise aracınıza göz kulak olmaya gönüllü kişiler var, dönüşte aracınız sağlamsa 10-15 Rand (R) vererek onları memnun edebilirsiniz 🙂

Cape Town’da araba kullanırken çok hoşumuza giden bir detayı tecrübe ederek öğrendik, şehir merkezinin dışındaki yollar genellikle birer şerit gidiş dönüş ve çok sık sollama ihtiyacı doğabiliyor. Bizim burada arabanın arkasına yapışıp 85 kere selektör çakıp taciz eden tipler, bizden daha az medeni olduğunu düşündüğümüz Güney Afrika’da yoklar. Örneğin yavaş giden bir aracın arkasında kaldınız, hiçbir şey yapmanıza gerek yok, öndeki araç sizi farkettiği an hemen emniyet şeridine geçiyor ve size yol veriyor, sizde onu geçtikten sonra dörtlü yakarak teşekkür ediyorsunuz, bizce çok tatlı ve çok medeni hareket 🙂

Son olarak ehliyet mevzundan bahsetmem gerekirse, biz uluslararası ehliyet aldıktan sonra gittik, eski ehliyetler geçerli mi bilemiyorum. Ehliyetinizi yenilemediyseniz, araç kiralayacağınız şirketten bu konuda bilgi almakta fayda var.

 

 

Konaklama

Oteli gitmeden önce booking.com üzerinden ayarladım. Açıkçası bölge olarak Long Street tarafında mı yoksa Waterfront tarafında mı kalalım diye çok arada kaldım, ancak hem akşamları gitmeyi planladığım restoranlar Long Street tarafında olduğu, hem de daha çok gezilecek yere yürüme mesafesinde olduğu için bu bölgeyi tercih ettim. Parliament isimli otelde, 6 gece kahvaltı dahil konaklama ayarladım ve 5.950R ödedik. Otelden, kahvaltısından, personelinden genel itibariyle çok memnun kaldık, tek sorunumuz odada yer alan yer tipi klimanın aşırı gürültülü çalışması oldu, çalıştırmak zorunda olmadığımız geceler rahat uyuduk ancak çalıştırdığımız geceler ciddi gürültü problemi yaşadık ve uyumakta zorluk çektik. Onun dışında çok merkezi, çok konforlu, gönül rahatlığıyla tavsiye edebileceğim bir otel oldu.

 

 Gezilecek Yerler

 

Haritanın üzerine tıklayarak büyük halini görüntüleyebilirsiniz.

 

Biz şehir içinde yer alan gezilecek yerleri ilk iki gün Hop on Hop off otobüsleri ile halledip, geri kalan günlerde araçla daha uzak mesafelerdeki yerleri gezdik. Gezilecek yerleri bu otobüslerin rotasına göre anlatmaya çalışacağım ancak siz özel araçla ya da toplu taşımayla gezmeyi düşünüyorsanız bile bu rotayı kullanabilirsiniz.

Klasik bir hop on hop off otobüs bileti satın aldıysanız, bu bilet muhtemelen 4 farklı rotayı kapsıyor olacak. Kırmızı hat şehir turu, mavi hat mini peninsula tur, sarı hat şehir merkezi turu ve son olarak mor hat şarap bağları turunu kapsıyor. Turların ilk durağı Waterfront, bende anlatmaya buradan başlayacağım.

 

 

Waterfront şehrin en canlı ve en popüler liman bölgesi, aynı zamanda şehrin en lüks ve en güvenli bölgelerinden biri. Burayı içerisinde her türlü imkanı barındıran bir kompleks olarak düşünebilirsiniz. Alışveriş merkezlerinden, lüks restoranlara, çeşitli müzelerden, tekne turlarına, helikopter gezintilerinden, akvaryuma kadar her türlü aktiviteyi burada bulmak mümkün.

 

 

Biz Waterfront gezimize Two Oceans Akvaryum ile başladık. Burası Güney Afrika’nın en büyük akvaryumu ve bölgede yer alan ekosistemi muhteşem bir şekilde sergiliyor. Akşam 18.00’a kadar açık olan akvaryumun giriş ücreti kişi başı 160R.

 

 

Denk gelirseniz beslenme saatleri çok keyifli zamanlar haline getiriliyor, biz vatozların ve deniz kaplumbağalarının beslenme saatine denk geldik, çocukların yanı sıra yetişkinlerin de çok keyif aldığı bir etkinlikti, buradan beslenme saatlerine bakabilirsiniz.

Akvaryumda bunun dışında ilgimi çeken en güzel yerler, girişte nemoların bulunduğu bölüm, deniz analarının yer aldığı rengarenk galeri ve çocuklar için hazırlanan dokunma havuzu oldu, özellikle dokunma havuzuna bende ellerimi sokmamak için kendimi zor tuttum 🙂

 

 

Kokularını ve gürültülerini hesaba katmazsak bu minnoşların bulunduğu bölüm de çok keyifliydi 🙂

 

Watershed, Waterfront içerisinde yer alan, genellikle el yapımı ürünlerin satıldığı kapalı bir pazar yeri. Kıyafet, çanta, ayakkabı gibi ürünlerin dışında takılar, tablolar, maskeler, mutfak ürünleri, hediyelik eşyalar kısacası aklınıza gelebilecek her türlü ürün burada mevcut.

 

 

Satılan ürünlerin hepsi çok güzel ancak fiyatlar bana sorarsanız çok yüksek. Başka bir pazardan 500R karşılığında alabileceğiniz bir maske burada en az 2.000R, tabiki kalite olarak farklı olabilir, malzeme olarak daha iyi ürünler kullanılmış olabilir ancak aradaki fiyat farkına değer mi bilemiyorum. Çok ilginç eşine benzerine rastlayamayacağınız bir ürün görürseniz ancak alın diyebilirim 🙂

 

 

V&A Food Market, içerisinde çeşitli yemek cornerları barındıran, yerel lezzetleri tadabileceğiniz gibi dünya mutfaklarına ait lezzetleri de bulabileceğiniz bir yemek marketi. Biz neler denedik yeme içme bölümünde bahsedeceğim 🙂

 

 

2 günlük Hop on Hop off otobüs bileti satın alırsanız, bilete tekne turu da dahil oluyor ve bu turlar Waterfront’tan kalkıyor. Bilet satın almasanız bile turların ücreti çok makul, kişi başı 40R ve yaklaşık 25 dakika sürüyor.

Bir diğer güzel aktivite burada yer alan dönme dolaba binmek, mümkünse güneşin batmaya yakın olduğu saatlerde binin ve muhteşem manzarayı izleyin derim 🙂 Kişi başı ücreti 120R.

Aynı zamanda Waterfront’ta yer alan IMAX sinemasının ekran büyüklüğünün 5 kat yüksekliğinde olduğunu okumuştum ancak deneyimleyemedik, her gün doğa belgeselleri yayınlandığı aklınızda bulunsun.

 

Bu pozu vermeden Waterfront’tan ayrılmayın 🙂

 

Son olarak burada yer alan kırmızı saat kulesinin yanından Robben Adası’na giden tur tekneleri kalkıyor. Robben Adası, Nelson Mandela, Walter Sisulu gibi ırk ayrımcılığı karşıtı kişilerin tutulduğu hapishane adası,  günümüzde ise müzeye çevrilmiş haliyle varlığını sürdürüyor. Robben Adası turu yaklaşık 3,5 saat sürüyor ve gün içerisinde 3 farklı tekne kaldırılıyor, bilet bulmak zor olduğu için mutlaka gitmeden önce online satın almanız gerekiyor. Buradan hem tur saatlerine bakabilir, hem de biletinizi satın alabilirsiniz. Kişi başı bilet ücreti 340R.

 

Ada tekneleri kırmızı saat kulesinin yanından kalkıyor.

 

Tur teknesi adaya ulaştığında yolcuları bekleyen otobüsler oluyor ve bu otobüslerle rehber eşliğinde ada turu gerçekleştiriliyor ve tur hapishane binasında son buluyor. Burada sizi gerçekten bu hapishanede hapis yatmış bir mahkum karşılıyor ve rehberiniz o oluyor. Anlattığı acıların hepsini yaşamış birinden olanları dinlemek insanı gerçekten inanılmaz etkiliyor. Bu kadar kötü olay yaşadıktan sonra nasıl halen esprili ve pozitif bir tutum takındıklarını da anlamak ve rehberlere hayran olmamak çok güç.

 

Hapishane Binası

 

Nelson Mandela sırf kendi ülkesinde ayrımcılığa maruz kalmadan insan gibi yaşayabilmek adına burada 19 yıl küçücük bir hücrede, çok zor şartlar altında hapis yatmış, sonunda amacına kısmi de olsa ulaşsa bile hayatından çalınan yılların hesabını kimse veremeyecek. Nelson Mandela’nın hayatı hakkında fikir sahibi değilseniz ‘Mandela: Long Walk To Freedom’ filmini izlemenizi öneririm. Irk ayrımı ile ilgili daha fazla detaya yer verdiğim Joburg yazıma da buradan ulaşabilirsiniz.

 

Nelson Mandela’nın Hücresi

 

Ada, hapishane dışında bitki örtüsü ve yaban hayvanlarının bolluğuyla biliniyor. Otobüsle turladığımız esnada değişik kuş türlerine ve rengarenk çiçeklere rastladık. Aynı zamanda Cape Gözlüklü Pengueni adı verilen minnoş penguenlerin evleri de burada bulunuyor 🙂

 

 

Waterfront hakkında bu kadar yazı yazmama inanamamakla birlikte ikinci durağımız olan Long Street’e geçiyorum 🙂 Long Street şehrin en ünlü ve en hareketli caddesi, aynı zamanda Hop on Hop off otobüsünün tüm hatlarına aktarma yapabileceğiniz merkez durağı. Bu cadde üzerinde yer alan mimariler muhteşem.

 

 

Long Street’in altında kalan bölge şehir merkezi olarak geçiyor. Burada görülmesi gereken yerlerin başında Greenmarket Square geliyor. İnanılmaz keyifli bir pazar yeri burası, her türlü hediyelik eşyayı, Afrika’ya özgü desenleri,motifleri, kumaşları, takıları bulabilirsiniz. Satıcılar aşırı ısrarcı ama çok da tatlılar, ürünlerini satabilmek ve sempatik görünebilmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Osman’la yerel selamlaşmalarını mı yapmadılar, beni kuzeni ilan edenler mi olmadı, bir iltifatlar, bir güzellikler ki sormayın 🙂 Bayıldım ben buraya 🙂 Bizde olduğu gibi pazarlık çok yaygın ama oranlar bizim ülkemizde olandan çok fazla, aklınızda bulunsun ürünleri genellikle söylenen fiyatın 3te 1ine alabilirsiniz 🙂 Alışveriş başlığı altında daha detaylı anlatacağım 🙂

 

 

Pazarın hemen çaprazında St. George Katedrali bulunuyor, burası Güney Afrika’nın en eski katedrali. Bizim gittiğimiz dönemde tadilatta olduğu için içerisine giremedik. Katedralden sonra Company’s Garden başlıyor, burası bildiğimiz parklara benzemiyor, botanik bahçesi gibi, içerisinde değişik egzotik bitkiler, çeşmeler, gül bahçeleri yer alıyor.

 

 

Tüm bunların yanı sıra parkın en önemli özelliği her yerinin sincaplarla dolu olması 🙂 Bu minikler buraya 100 yıl önce getirilen gri sincapların torunları, o kadar çoğalmışlarki ordu olmuşlar 🙂 Parkın giriş kapılarında fıstık satılıyor, ben her zamanki gibi tedbirli gittiğim için sincapları bol bol besleme fırsatım oldu 🙂 Tüm seyahatlerimde yanımda fıstık taşıyorum, belki bir parkta minnoş bir sincap görüp beslerim diye, o kadar çok seviyorum ki bizim ülkemizde bulunmamalarına çok üzülüyorum.

 

 

Parkta sincapların dışında fareler de özgürce dolaşıyor, sincaplardan arta kalan yemekleri yemeye çalışıyorlar. Açıkçası kocaman fareleri görünce birazcık ürkmedim değil, çok dikkat ettim yanıma çağırırken fare mi sincap mı olduğuna 🙂

 

 

Company’s Garden’ın sonunda Iziko Güney Afrika Müzesi yer alıyor. Burası ülkenin en büyük ve en eski müzesi, doğa tarihini anlatan müze içerisinde tarih öncesi döneme ait üç boyutlu modellemeler sergileniyor. Müzede en çok balina kuyusu ve balina iskeletinin olduğu bölümden etkilendiğimi söyleyebilirim, özellikle sesler çok etkileyici, mutlaka ziyaret etmenizi öneriyorum. 17.00’a kadar açık olan müzenin giriş ücreti 30R.

 

 

Bir diğer görülmesi gereken müze District Six Müzesi. Irk ayrımcılığı döneminde 60.000 melezin yaşadığı bölge, beyazların yaşam alanı olarak belirlenmiş ve ten rengi beyaz olmayan herkes evlerinden çıkarılıp teneke evlerden oluşan bölgelere yerleştirilmiş. Bu bölgedeki evler yıkılıp, beyazlar için lüks evlerin yapılması planlanıyormuş ancak tüm dünyadan o kadar büyük tepkiler almışlarki o evleri asla yapamamışlar. Bu müzede köklerinden sökülen melez ve siyah insanların hikayesi anlatılıyor. Pazar günleri kapalı olan müze 16.00’a kadar açık ve giriş ücreti 45R.

Müzenin hemen ilerisinde ise 150 yıl boyunca Cape Town’un idari, sosyal ve ekonomik hayatının kalbi olmuş Castle of Good Hope isimli beş köşeli şato yer alıyor. Şatonun hemen karşısında Mandela’nın serbest bırakıldıktan sonra tarihi balkon konuşmasını yaptığı City Hall ve Grand Parade Meydanı yer alıyor.

Long Street’in üst tarafı ise BoKaap bölgesi oluyor. BoKaap, Cape Town’da yer alan müslüman mahallesi olarak rengarenk evleriyle biliniyor. Burada yaşayan insanlar Malezyalı, Hintli kölelerden oluşuyormuş, kölelik zamanlarında renkli giyinmelerine bile izin verilmeyen bölge halkı, özgürlüklerine kavuştukları ilk gün evlerini rengarenk boyararak burayı çok keyifli bir bölge haline getirmişler.

 

 

Dağın eteklerinde yer alan bölgenin sokaklarında dolaşırken hangi evin önünde fotoğraf çekileyim diye kendinizi kaybedebilirsiniz 🙂 Bütün evler o kadar şirin ki, bu bölgede yaşayan insanlar o kadar anlayışlı ki, evlerinin duvarına otursanız dahi size bir şey demiyorlar, denk gelirseniz güleryüz gösteriyorlar, bu da durumu daha keyifli bir hale getiriyor 🙂

 

 

Bu bölgede birçok cami görmek mümkün ancak en önemlileri Afrika’nın ilk resmi camisi olan Auwal ve 1844 yapımı Nurul İslam Camisi.

 

 

Bir sonraki durağımız dünyanın 7 yeni harikasından biri olarak kabul edilen Table Mountain yani Masa Dağı. Şehrin her yerinden görülen dağ, ismini dümdüz olan ve bir masayı andıran tepesinden alıyor. Güney Afrika’nın en çok turist çeken yeri olarak bilinen dağ, 1086m yüksekliğinde ve 3km genişliğinde. Dağın tepesi bulutlarla kaplı ve zirvesi gözükmüyor ise tepesine çıkılmıyor, dağın etrafından dökülen bulutlara masa örtüsü yakıştırması yapılıyor ve zirveye çıkmanın altın kuralı ‘Zirveyi görebiliyorsanız, çıkın hadi!’ oluyor 🙂 İlk birkaç gün dağ bize zirvesini göstermedi, sürekli bulutlarla kaplıydı ve dönene kadar üstü açılmayacak, çıkamayacağız diye çok korktuk. Zirvesini gördüğümüz ilk anda ise hemen teleferik istasyonuna gittik.

 

 

Masa Dağı’nın zirvesine teleferikle çıkılabileceği gibi gruplar halinde yürüyerek ya da koşarakta çıkılabiliyor. Biz kendimizi o kadar atletik görmediğimiz için teleferikle çıktık 🙂 Teleferik, 1997 yılında yenilenerek İsviçre’den ithal edilen teknoloji ile tabanı 360 derece dönebilen, 65 kişilik ve yaklaşık 3-4 dakika içerisinde zirveye ulaşan kabinler haline getirilmiş. Dolayısıyla içerisi ne kadar kalabalık olursa olsun, herkes her açıdan manzaraya şahit olabiliyor. Dağa yaklaştıkça teleferikte adrenalin artıyor ve çığlıklar yükselmeye başlıyor, mükemmel bir deneyim, bu teleferiğe binmeden Cape Town’dan ayrılmayın derim 🙂 Teleferikle zirveye ilk çıkılan ve son inilen saatler mevsimlere göre farklılık gösteriyor, buradan gideceğiniz tarihe göre saatleri ve güncel fiyatları kontrol edebilirsiniz. Bizim gittiğimiz dönemde teleferiğin bir kişi için çıkış ve iniş ücreti toplam 255R’di.

 

 

 

Zirveye çıktığınız zaman sizleri muhteşem bir Cape Town manzarası bekliyor, tüm şehir ayaklarınızın altında ve burada sizi karşılayan doğa muhteşem. Hiç görmediğiniz hayvanlarla, kuşlarla karşılaşıyorsunuz, şehrin göbeğinde ama doğallığından, bitki örtüsünden hiçbir şey kaybetmemiş, çok iyi korunmuş, hayran kalmamak elde değil. Zirvede geçirdiğimiz bir saat, şimdi düşündüğüm zaman rüya gibi geliyor, bu kadar büyüleyici olabileceğini insan deneyimlemeden anlayamıyor.

 

 

Cape Town’da Masa Dağı dışında çıkılabilecek başka tepeler de bulunuyor. Şehirden bakıldığında Masa Dağı’nın sağ tarafında Lions’s Head ve Signal Hill, sol tarafında Devil’s Peak, Lion’s Head ile Masa Dağı’nın arasında ise Twelve Apostles adı verilen Oniki Havari kayaları yer alıyor. Lion’s Head aslan başına benzetildiği için bu ismi alan, gün doğumu ya da gün batımına yakın çıkılması tavsiye edilen, düz bir yolu olmayan genellikle tırmanış gerektiren, benim gibi yükseklik korkusu olanlar için oldukça zor bir parkura sahip olan tepe. Masa Dağı gibi onu da şehrin her yerinden görmek mümkün. Signal Hill ise araba ile çıkabileceğiniz ve genellikle hava karardıktan sonra, şehrin ışıl ışıl gece manzarasını görmek için çıkılan bir tepe.

 

Lion’s Head

 

Signal Hill

 

Masa Dağı’ndan sonraki durağımız Cape Town’un en güzel koylarından biri olan Camps Bay. Burası denize girebileceğiniz, muhteşem gün batımı manzarası izleyebileceğiniz çok güzel bir koy. Denize girilebilecek bir mevsimde buraya geldiyseniz, suyun sıcaklığının 15 derecenin üzerine çıkmadığını yani soğuk olduğunu ve köpek balığı tehlikesi olduğunu unutmayın. Ayrıca yazın buzullar eriyip okyanusa aktığı için deniz suyu sıcaklığı kışa göre daha soğuk oluyor. Camps Bay’den sonra sahil şeridi boyunca Clifton Plajları, Bantry Bay ve sahil kıyısında yer alan yürüyüş yapılabilen St. John’s Road ve Sea Point uzanıyor. Bu bölge aynı zamanda lüks evlerin ve lüks restoranların yer aldığı daha elit bir bölge. İnsanların, evlerinin en üst katında yer alan teras benzeri otoparklarına arabalarını parkedip, asansörle evlerine inmelerini izlemek çok özendirici 🙂

 

Camps Bay’i izleyen evler 🙂

 

 

Bu sahil şeridinde son olarak Green Point yer alıyor. Burası ülkenin en eski deniz fenerine ev sahipliği yapıyor. Masa Dağı’ndan gördüğümüz 2010 Dünya Kupası için yapılan büyük stadyum da burada yer alıyor ve bir eğlence parkına ev sahipliği yapıyor.

 

 

Şehir merkezi olarak nitelendirebileceğim bölgede gezilecek yerler bu kadar, Hop on Hop off otobüslerinin mavi olarak belirtilen hattı ise biraz daha şehir dışında kalan ziyaret edilmesi gereken yerlere gidiyor. Bu hat üzerinde yer alan, araç ile de ziyaret edebileceğiniz ilk durak Kirstenbosch Botanik Bahçesi. Kirstenbosch, dünyanın en önemli ve bitki çeşitliliği bakımından en zengin botanik bahçeleri arasında yer alıyor. İçerisinde 7.000 civarında yerli bitkiye ev sahipliği yapıyor. En önemli ulusal bitkisi Protea mutlaka görülmesi gerekenler arasında bulunuyor.

 

 

 

Bizim Kirstenbosch’u ziyaret edeceğimiz gün inanılmaz bir yağmur vardı ancak planlamamızı bu şekilde yaptığımız için değiştiremedik. Bahçenin kapısından içeri girdiğimiz anda yağmur çamur vız geldi, daha önce hiçbir yerde bu kadar güzel bir botanik bahçesi görmedik. Burası için adeta tropik bir cennet diyebiliriz. Kapıdan girdiğiniz anda sizi bir patika yol karşılıyor, bu yolu takip ederek ve yönlendirme tabelalarından yardım alarak görülmesi gereken tüm bitki gruplarına ulaşabilirsiniz. Ancak bunun için bir gün bile yetmeyebilir, bahçenin büyüklüğünü buradan anlatmam çok zor ama siz Kirstenbosch’u bahçe değil de orman olarak düşünebilirsiniz 🙂

 

 

Bahçe içerisinde sadece bitkiler değil hayvanlarda yer alıyor, onlar da tamamen doğal ortamlarında takılıyorlar. Siz bir bitkiyi incelerken yanınızdan ördek ailesi geçiyor örneğin 🙂 Bahçenin en etkileyici yerlerinden biri kesinlikle Tree Canopy Walkway isimli yol. Yol şeklini, Boomslang adı verilen büyük ve oldukça zehirli Güney Afrika ağaç yılanından alıyor. Uzay yürüyüşü kıvamındaki yolda yürürken etrafta gördüğünüz manzara karşısında büyülenebilirsiniz.

 

Siz hiç uçan ördek gördünüz mü? 🙂

 

Tree Canopy Walkway

 

Botanik bahçesini yaz aylarında ziyaret edecekseniz ve vaktiniz de varsa, kendinize bir piknik sepeti hazırlayın ve uzun uzun bahçenin tadını çıkarın derim 🙂 Kış aylarında 8.00-18.00, yaz aylarında 08.00-19.00 saatleri arasında açık olan bahçeyi 65R karşılığında ziyaret edebilirsiniz.

 

 

Botanik bahçesinden sonraki durak, Güney Afrika’da şarap endüstrisinin doğduğu yer olarak bilinen Constantia. Şarap tadımı yapabileceğiniz, üzüm bağlarını gezebileceğiniz şehre en yakın bölge burası. Zamanında Cape Town valisi olan Van Der Stel buraya ilk üzüm asmalarını 1685 yılında dikmiş, daha sonra arazi üçe bölünmüş ve günümüzde Groot Constantia 3 bağın en büyüğü ve aktif bir şarap imalathanesi olarak kullanılmaya devam ediliyor.

Cape Town’da şarap endüstrisi bakımından en popüler bölgeler, Franschhoek ve Stellenbosch. Güney Afrika’nın en ünlü şarap üreticilerini burada bulabilirsiniz. Biz tercihimizi Stellenbosch’tan yana kullandık, vaktiniz ve merakınız varsa siz tüm bölgeleri de ziyaret edebilir, bu bölgelerdeki şarap rotalarına uyabilirsiniz. Stellenbosch, Cape Town’a yaklaşık 45 dakika uzaklıkta, 100’den fazla üzüm bağına ve birçok farklı üreticiye ev sahipliği yapan keyifli bir bölge. Gitmeden önce yaptığım araştırmalar sonucunda gitmek istediğim tesis Warwick Wine Estate’ti ve gitme fırsatı bulduk, detaylarını yeme içme bölümünde anlatacağım. Stellenbosch’ta şarap tadımı yapabileceğiniz gibi üzüm bağlarını da gezebilirsiniz, yol üzerinde yer alan çilek tarlasına uğrayabilir, Eylül ayından itibaren kendi çileğinizi toplayabilirsiniz, son olarak kasabadan ayrılmadan önce Sammy Amca’nın dükkanına uğramayı da ihmal etmeyin 🙂

 

Warwick Wine Estate 🙂

 

World of Birds ve Monkey Jungle, Constantia’dan sonra gelen durakta yer alıyor. Burası benim Cape Town’da en çok sevdiğim ve kalbimi bıraktığım yerlerden biri oldu. World of Birds, tüm kuş çeşitlerini bir arada görebileceğiniz Afrika’nın en büyük kuş parkı, Monkey Jungle ise bu kuş parkının içerisinde yer alan maymun türlerini görebileceğiniz bir bölüm. 09.00-17.00 saatleri arasında açık olan parkın giriş ücreti kişi başı 95R, Monkey Jungle ise sadece 11.30-13.00 ve 14.00-15.30 saatleri arasında açık.

 

 

 

Buraya giderken kafeslerin içerisinde yer alan kuşları ve maymunları uzaktan göreceğimizi zannediyorduk ancak kapıdan içeriye girip, gezinin başladığı alana yöneldiğimizde yanıldığımızı anladık ve kendimizi bir anda devasa bir kuş kafesinin içerisinde bulduk. Daha önce böyle bir deneyim yaşamadığımız için inanılmaz derecede şaşırdık ve mutlu olduk 🙂 Bu kuş parkı devasa kafeslerden oluşuyor, siz kuş kafeslerinin içlerinde geziyorsunuz, kafesteki kuşların hepsi özgürce (!) uçuyor, size saldırabilirler ya da üstünüze konabilirler, aranızda bunu engelleyecek tel örgüler yok ve tüm risk size ait 🙂 İlk başta bize birazcık ürkütücü gelse de, değişik kuş türlerini bu kadar yakından inceleyebilmenin vermiş olduğu haz paha biçilemezdi.

 

 

Siz bu kadar güzel başka bir kuş gördünüz mü? 🙂

 

Maymun ormanına gelecek olursak, burada kendimi tamamen kaybettim diyebilirim 🙂 Sincap maymunu adı verilen türün kafesine girebiliyor ve üzerinizde serbestçe dolaşmasına izin veriyorsunuz. Hayvanlara aşık biri olarak tam o anda çıldırdığımı itiraf edebilirim 🙂 Kafese girmeden önce bakıcı sizi bazı konularda uyarıyor, öncelikle çantanızı ve maymunların ilgisini çekebilecek tüm eşyalarınızı dışarıda bırakmanız gerekiyor, bizim tüylü mikrofonumuz ilgilerini çeken cisimlere örnek olabilir, ceplerinizi boşaltıyorsunuz çünkü fermuar dahi olsa açıp içinde ne varsa alabiliyorlar ve kesinlikle siz maymunlara dokunamıyorsunuz, onlar size istediğini yapabilir ama siz sevmeye ya da dokunmaya kalkışırsanız saldırgan olabiliyorlar. Tüm bu kurallara uyarsanız içeri girip dünyanın en tatlı maymunlarının oyuncağı olabilirsiniz 🙂 Benim üzerimdeyken, elleriyle sürekli saçlarımı sevmesi, üzerimde dolaşması, ellerimi sıkı sıkı tutması çok sevimliydi, ta ki koluma çişini yapana kadar 🙂 Bir anda montumun üstüne çişini yaptı, dokunamadığımız için de hiçbir müdahalede bulunamadık, gülmekle yetindik, sonrasında ne kadar ıslak mendilimiz varsa devreye aldık tabi 🙂 Cape Town’da en mutlu olduğum anlardan biriydi, zaten bu şehirde beni en çok etkileyen, her gün o güne kadar hiç yaşamadığımız bir deneyime uyanmaktı.

 

 

 

Parkta kuş ve maymunlar dışında, hayvanat bahçelerinde görebileceğiniz diğer hayvanlar da yer alıyor, hamsterlar ve sincaplar ise tüm parkta özgürce dolaşıyorlar ve çok tatlılar, sevmek isterseniz yanınızda fıstık götürmenizde fayda var.

 

 

Bir sonraki durak Imizamo Yethu, şehir merkezine en yakın konumda yer alan, teneke evlerden oluşan bir mahalle, yani township. Joburg yazımda bu mahallelerle ilgili daha detaylı bilgi vermiştim, burada da durum aynı. Burada bulunan otobüs durağında insanları yerel bir rehber karşılıyor ve mahalleyi gezmek isterseniz rehberler size eşlik ediyor, hırsızlık olayları yaygın olduğu ve ten rengi beyaz olanlara pek sıcak bakılmadığı için, tek başınıza dolaşmanız önerilmiyor.

 

 

Bu bölgede anlatacağım son yer Hout Bay. Hout Körfezi, hava koşulları el verdiği sürece fok adası yolculuklarının yapıldığı liman bölgesi olarak biliniyor. Aynı zamanda burada yer alan Mariner’s Wharf’ta deniz ürünlerinin tadına bakabilir, hediyelik eşya alışverişi yapabilirsiniz. Hafta sonları kurulan Bay Harbour Market’ta keyifli zaman geçirebilirsiniz. Limanın üst tarafında yer alan yerleşim bölgesinde ise genellikle balıkçıların yaşadığı baraka tarzı evler yer alıyor.

 

 

 

Hout Körfezi yakınlarında, Duiker Island adında bir ada bulunuyor, bu ada fokların ve deniz kuşlarının dinlenme, güneşlenme yeri olarak biliniyor. Burada çeşitli tur firmalarının yerleri bulunuyor, bu firmalar hava koşulları el verdiği sürece fok adasına turlar düzenliyorlar. Her tur teknesinin önünde bir sonraki turun ne zaman yapılacağına dair bildirimler bulunuyor. En yakın saatli turu seçseniz bile, yeterli kişi sayısına ulaşmadan turlar kalkmıyor, muhtemelen teknenin maliyetini kurtarmıyor 🙂 Biz de Nauticat Charters isimli firmadan, kişi başı 85R’e biletlerimizi aldık ve 20 kişi olmayı bekledik. Hava daha yeni yeni düzelmeye başladığı için çok insan yoktu, güneşli bir günde giderseniz pek bekleyeceğinizi sanmıyorum.

 

 

Teknenin dolmasını beklerken, sahilde fokları besleyen, onlarla arkadaş olan, hatta bir tanesine isim takıp değişik sesler çıkartarak onu limana çeken bir adamı izlemeye başladık. Fokları ağzıyla besliyor, sizin beslemenize yardımcı alıyor ve bunun karşılığında bahşiş topluyor. Bana bakıp beslemek ister misin deyince hiç ikiletmedim, hemen atladım 🙂 İlk besleyişimde fokun büyüklüğünü görünce elimdeki balığı erken bıraktım ve sahibi kabul etmedi, bırakma o senin elinden alacak diye ikinciyi denetti ve bu sefer başardım. Cape Town’da en mutlu olduğum anlardan biri de buydu 🙂

 

 

Teknemiz dolunca adaya doğru yol almaya başladık, hava aşırı rüzgarlıydı ve kocaman dalgaların arasında tekne inanılmaz sallanıyordu, yan yatmaya yakın pozisyonlara girdiğini söyleyebilirim. Teknedeyken hiç korkmadım, hatta çok eğlenceli gelmişti ancak eve döndükten sonra izlediğim ‘Shark of Darkness’ belgeseli neticesinde, ben o tekneye nasıl bindim demeden edemedim 🙂 Teknenin güzergahının dünya üzerinde köpek balıklarının en fazla olduğu bölge olduğunu öğrendim ve izlediğim belgeselde fok adası yolculuğu yapan tekne batıyor, köpek balıkları insanlara saldırıyordu. Cape Town’da malesef köpek balığı vakalarına sık rastlanıyor, genellikle sörfçüler ya tamamen hayatlarını kaybediyorlar ya da kolları bacakları koparılıyor, bu sebeple denize girdiğiniz yerlerde hiç açılmamaya ve insanlardan uzaklaşmamaya dikkat edin derim. Neyse ki biz sağ salim turumuzu tamamladık 🙂 Tur yaklaşık 45 dakika sürüyor, tekne sizi fok adasının yakınına götürüyor ve buradan fokları izliyorsunuz.

 

 

 

Cape Town’un merkezi için anlatacağım gezilecek yerler bu kadar, biz bunlar dışında Ümit Burnu gezisi ve balina gözlemleme yolculuğu gerçekleştirdik. Bu yazı çok uzun olduğu için sizleri sıkmamak adına, diğer gezilerimizi ayrı bir yazıda anlatacağım çünkü Ümit Burnu’nu ve yol üzerindeki durakları da detaylı bir şekilde anlatmak istiyorum. Yazıları tamamladığımda linkine buradan ulaşabilirsiniz.

 

Sağ aşağıda yer alan plaj Llandudno, denize girilebilecek en güzel yelerden biri.

 

Yeme İçme

Cape Town’da ne yedik ne içtik, hangi restoranları deneyimledik biraz da onlardan bahsedeyim. Öncelikle Güney Afrika av hayvanlarının etleri ve genel olarak steak tarzı yemekleri ile ünlü, bizde genel olarak et ile beslendik 🙂 Tüm gezimiz boyunca en favori restoranımız Tiger’s Milk oldu.

Tiger’s Milk, Long Street üzerinde yer alan, hamburger veya steak yiyebileceğiniz en iyi restoranlardan biri. Biz en az 3 kere gittik, her seferinde farklı bir steak denedik, favorimiz sirloin steak ve yanında pepper sauce oldu. Ortalama 550R hesap ödedik. Bar kısmında oturmak istemezseniz, rezervasyon yapmakta fayda var. Bu restoran şiddetli tavsiyemdir 🙂

 

 

 

The Africa Cafe, Cape Town’a gelen herkesin mutlaka deneyimlemesi gereken bir restoran, sadece yemek anlamında değil, misafirperverliklerini ve kültürlerini tanımak adına da çok önemli. Rezervasyon yapmadan restorana girebilmenin imkanı yok, websiteleri üzerinden rezervasyon talebinde bulunabilirsiniz.

 

 

Yemekler fix menü olarak sunuluyor ve biten her tabağın yerine yenisini isteyebiliyorsunuz, menü içerisindeki tüm yemekler sınırsız ancak porsiyonlar çok büyük. Servis çorba ile başlıyor, ardından ortaya 12 çeşit yemek geliyor, kapanışta ise tatlı, yemeklerin hepsi çok lezzetli, özellikle ben brokoli salatasına bayıldım, bu kadar lezzetli bir brokoli daha önce yememiştim 🙂 Masada extra olarak ödeyeceğiniz tek şey içecekleriniz, Güney Afrika, şarapları ile ünlü olduğu için oldukça zengin bir şarap menüleri ver ve fiyatları uygun. Biz burada 1050R hesap ödedik ve yediklerimiz ve gördüğümüz hizmet karşısında bu ücreti az bulduk.

 

 

Bu restoranı benzersiz yapan en önemli özelliği sadece yemekleri değil, öncelikle ortamı çok sıcak ve çok keyifli, sizinle ilgilenen garsonlar aşırı güleryüzlü, sizinle sohbet etmekten keyif alıyorlar, yemeklerden önce masanıza su ve havlu getirip ellerinizi yıkatıyorlar, yemek esnasında dilerseniz yüzünüze etnik desenler çiziyorlar ve yemeğin en keyifli anında şarkılar söyleyip dans etmeye başlıyorlar, kendinizi bambaşka bir dünyada hissediyorsunuz. Demem o ki, Africa Cafe’de yemek yemeden Cape Town’dan ayrılmayın 🙂

 

 

Royale Eatery, bence Cape Town’un en güzel hamburgerini yiyebileceğiniz restoran, hatta ben bugüne kadar yediklerim arasında en iyisiydi diyebilirim. Long Street’in sonuna doğru bir konumda yer alan hamburgercinin fiyatları gayet uygun, porsiyonları büyük, hamburger köftenizin boyutunu seçebildiğiniz gibi, yanında tatlı patates mi, normal patates mi yoksa salata mı tercih edeceğinize kendiniz karar veriyorsunuz. Biz cheddar royale ve blue cheese royale denedik ve bayıldık! Burada 270R hesap ödedik.

 

 

Truth Coffee, The Telegraph tarafından dünyanın en iyi kahvecisi olarak seçilen cafe, yani dünyanın en iyi kahvesini burada içebilirsiniz 🙂 Ortamı, garsonların kostümleri inanılmaz güzel, hepsi kovboy filmlerinden fırlamış gibiler 🙂 Cape Town’da mutlaka uğramanız gereken bir diğer cafe burası. Biz burada Flat White içtik ve 70R hesap ödedik.

 

 

 

Belthazar, Waterfront içerisinde yer alan, Masa Dağı ve okyanus manzarası eşliğinde yemek yiyebileceğiniz şık bir restoran. Menüsü oldukça zengin, et çeşitlerinden yemek için, av hayvanlarının tadına bakmak için oldukça uygun, menüde Game başlığı altında av hayvanlarını bulabilirsiniz. Biz burada deve kuşu etini denedik ve steak söyledik, deve kuşu kırmızı ete benziyor ve tadı oldukça güzeldi. Restoranın manzarasını çok beğendik ancak Tiger’s Milk’te yediğimiz etleri kesinlikle daha çok sevdik. Burada 460R hesap ödedik.

 

Deve kuşu eti.

 

Manzaram 🙂

 

V&A Food Market, Waterfront içerisinde yer alan, çeşit çeşit standların ve dünya mutfaklarına ait yemeklerin yer aldığı bir kapalı pazar yeri. İstediğiniz tezgahtan yemeğinizi, tatlınızı ya da içeceğinizi alıp, ortada yer alan ortak masalarda yiyebilir ya da dışarı çıkıp okyanus manzarası eşliğinde yemeği tercih edebilirsiniz. İçeride yoğurt çeşitlerinden tutun av hayvanlarına, tacodan tutun da meyve aromalı çaylara kadar her şey satılıyor. Hangi tezgahlardan aldığımızı bilmemekle birlikte biz burada, Afrika böreği diyebileceğimiz, tavuklusu etlisi sebzelisi her çeşidi yapılan ve üçgen şekli verilen Samosa’dan yedik çok başarılıydı, Meksika tezgahında burrito yedik idare ederdi, İtalyan bir tatlı tezgahından canoli aldık ama canoli oldukça bayattı 🙁 Cape Town’da yer alan bir diğer pazar yeri Neighbourgoods Market, The Old Bisquit Mill’de sadece Cumartesi günleri 09.00-15.00 saatleri arasında kuruluyor. Biz Joburg’da kurulana gitmiştik ancak burada günümüzü uyduramadık.

 

 

Nefis samosalar 🙂

 

Karibu, Waterfront’ta dolaşırken geç saatte karnımızın acıkması sebebiyle, restoranın kalabalık görüntüsüne aldanıp oturduğumuz bir yer. Foursquare puanına bakmadan bir restorana oturmak aslında huyum değildir ancak gün içerisinde duyduğumuz Bobotie yerel yemeğini denemek istedik ve en kalabalık olan, yerel lezzetler sunan restoran burasıydı. Bobotie ve Malay Chicken Curry söyledik, ben ikisini de yiyemedim, tadı gerçekten iyi değildi, Osman bobotie’yi pek beğenmesede bitirdi ve aynı akşam zehirlendi. Burada yediğimiz için çok pişman olduk, akşamımız mahvoldu ve gecenin bir vakti Osman daha kötüleşirse korkusunu yaşadım. Üstüne üstlük 500R’de hesap ödedik. Siz siz olun bu restorandan uzak durun diye yazmak istedim.

 

Bobotie

 

Warwick Wine Estate, Stellenbosch şarap rotalarında yer alan bir bağ evi. Çok fazla günümüz olmadığı için biz bu bağ evini ziyaret etmeyi tercih ettik, vaktiniz varsa tüm gün bu rotaya da ayrılabilir. Warwick’in beni cezbetmesinin sebebi piknik konsepti oldu, gitmeden önce rezervasyon yapıyorsunuz, piknik sepetinizi seçiyorsunuz ve göl kenarında piknik yapıyorsunuz, çok keyifli 🙂 Bağ evi olmasına rağmen akşam beşte kapanıyor bilginiz olsun. Piknik yapmak istemezseniz restoran bölümünde oturabilir ya da şarap tadımı yapabilir, daha sonra beğendiklerinizden satın alabilirsiniz, yanlış hatırlamıyorsam şarap satın alırsanız tadımınız ücretsiz oluyordu ve ortalama bir şarap şişesinin fiyatı 80-100R civarında. Warwick’e gelmeseydik ikinci tercihim Spice Route’du, ikinci bir bağ evi arayanların aklında olsun.

 

Warwick Wine Estate

 

Bunlar deneyimlediğimiz yerlerdi, bir aksilikten dolayı gidemediğimiz aklımda kalan yerlerin başında ise Mama Africa geliyor. Gitmeden önce rezervasyon talebinde bulundum ancak mutfaklarının tadilatta olduğunu ve Eylül sonuna kadar rezervasyon kabul edemediklerini belirttiler. Long Street üzerinde bulunan bu bara gitmek isteme sebebim, tüm av hayvanlarını deneyebileceğimiz bir tabaklarının olması ve canlı müzikti. Siz giderseniz zebra, deve kuşu, timsah, antilop ve kudu etinden oluşan tabaklarını denemeyi ihmal etmeyin, sonuç itibariyle bu etler her restoranda görebileceğimiz tarzda etler değil 🙂 Camps Bay’de bulunan Cafe Caprice, akşam birşeyler içmek için gittiğimiz ancak yer bulamadığımız ve beklemek istemediğimiz bir café. Ocean Basket her yerde şubesi olan, deniz ürünlerinin servis edildiği bir restoran, eşim Osman deniz ürünü yemediği için gitmedik, siz mutlaka deneyin, Cape Town’da oldukça popüler, Waterfront’ta bir şubesi bulunuyor. Kloof Street House, otantik bir Afrika restoranı, hatta en iyilerinden biri diyebiliriz, rezervasyon yaptırmayı ihmal ettiğim için gidemedik ama çok içimde kaldı, neyse bir dahaki sefere artık 🙂 Son olarak Headquarters isimli steak restoranına Café de Paris soslu steak yemek için rezervasyon yaptırmıştık ancak ben son akşamımızı Tiger’s Milk’te geçirmek istediğim için rezervasyonu iptal ettik. En iyi et restoranlarından biri olarak aklınızda bulunsun ancak rezervasyon yaptırmak gerekiyor.

 

 

Son olarak bahsetmek istediğim konu bahşiş, bahşiş konusunda değişik bir yöntem uygulanıyor, hesabı istediniz ve fişiniz geldi, alt kısmına ne kadar bahşiş bırakacağınızı ve garsonun toplamda ne kadar ödeme alacağını yazmanız gerekiyor. Ne kadar bahşiş bırakmam gerekiyor derseniz ortalaması %10, ancak bu bu kadar bahşiş bırakmak zorundasınız anlamına gelmiyor, size verilen hizmete göre değerlendirip o oranda bırakmak daha doğru.

 

 

Alışveriş

Cape Town’da hediyelik eşya anlamında alınacak çok fazla ürün var onun dışında marketlerden ise kahve ve rooibos çayı satın alınabilir. Hediyelik eşya alışverişi için en uygun yer Greenmarket Square. Burası her gün kurulan bir pazar yeri. Maskeler, takılar, taştan yapılmış hayvan figürleri, magnetler, kıyafetler, yağlı boya resimler, bu pazarda her türlü hediyelik eşyayı bulmak mümkün. Aynı bizim pazarlar gibi, satıcılar sizi sürekli tezgahlarına çağırıyor ve bir şeyler satmak istiyorlar, bu konuda oldukça ısrarcılar 🙂 Biz pazara birkaç kere gittik ve hiçbir gidişimizde elimiz boş çıkamadık, o kadar tatlı ve o kadar sıcakkanlılar ki insan hayır diyemiyor 🙂 Ama pazarlık yapmak şart, başta söyledikleri fiyatla ürünü aldığınız fiyat arasında genellikle dağlar oluyor. Onlar da pazarlığa alışkın, çok pahalı dediğiniz an, sizin fiyatınız ne siz söyleyin orta yolu bulalım diyorlar 🙂 1.200R fiyat verilen bir maskeyi 450R’e aldığımız söyleyeyim de, ne kadar pazarlık yapabileceğinizi siz düşünün.

 

 

Alışveriş anlamında ikinci favorim, Waterfront’ta yer alan African Trading Port. Afrika’ya özgü her türlü ürünü bulabilir ve pazara göre daha kaliteli ürünleri daha uygun fiyata alabilirsiniz. Özellikle ahşaptan yapılan hayvan figürleri çok güzel, üst katına çıkıp tüm odaları dolaşmanızı öneriyorum.

 

 

Waterfront’ta yer alan Watershed tasarım ürünlerin satıldığı çok keyifli bir yer ancak yukarıda belirttiğim gibi fiyatları oldukça yüksek. Onun dışında Grand Parade meydanında kumaş pazarı kurulduğunu duydum ancak biz denk gelmedik, günü konusunda emin değilim. Biz hediyelik eşya anlamında neler aldık aşağıdaki resimde görebilirsiniz 🙂

 

Hepsi bizimle Güney Afrika’dan geldi, temizlenmek üzere masaya dizildiler 🙂

 

Cape Town gezi notlarımı bu şekilde sonlandırıyorum, Cape Town benim bugüne kadar gördüğüm en güzel şehir, hatta artık yaşamak istediğim şehir. Yazımı tamamlarken de tekrar gidebilmenin hayali içerisindeyim, umarım tekrar kavuşuruz ve umarım sizlerinde yolu bir gün Cape Town’a düşer ve benim gördüğüm güzelliklere sizlerde şahit olursunuz 🙂 Ümit Burnu yazımda görüşmek dileğiyle mutlu kalın, yazımı beğendiyseniz yorum bırakmayı, yeni yazılarımdan haberdar olmak isterseniz e-mail listeme kayıt olmayı, beni Instagram ve Facebook hesaplarımdan takip etmeyi unutmayın 🙂