Londra’da bir buçuk ayımızı tamamladık, geriye kaldı bir ay. İlk geldiğimiz günler alışması çok zor oldu, zaman bir türlü geçmek bilmedi ama artık çok hızlı akıyor. Geçen zaman neticesinde burada yaşamanın iyi ve kötü yanlarını idrak edebilir hale geldim, ilk başlarda olumsuzluklar daha çok gözüme batarken, artık objektif olarak değerlendirme yapabiliyorum. Gözlemleyebildiğim olumlu ve olumsuz yönlerini sırasıyla sizlerle de paylaşmak istedim. Olumsuz bir madde ile başlayıp olumlu ile devam edeceğim 🙂

 

Soğuk İnsanlar

Sabahları evden çıktıktan sonra metroya biniyoruz, metroda her gün farklı insanlarla karşılaşıp, farklı saatlerdeki metroların farklı vagonlarına biniyoruz ama hepsinin ortak bir özelliği var; soğuk, gülümsemeyen, suratı asık insanlar. Metroya binene kadar enerjim gayet yüksekken o insanlar resmen enerjimi emiyor. İnsanlar mutsuz, en azından öyle gözüküyorlar, sokakta birine birşey sormak zorunda kalmayın, genellikle soğuk ve sert cevaplar alıyorsunuz, insanların tahammülü yok ve bu durum benim de mutsuz olmama sebep oluyor. Bu insanlardan bahsederken, bazı market, mağaza ve restoran çalışanını ayrı tutmak istiyorum, çünkü onlar genellikle çok sıcak, halinizi hatrınızı soran, espri yapan ve en önemlisi gülümseyen insanlar.

 

Toplu Taşıma

Londra, dünyanın ilk metrosuna sahip olan şehir, dolayısıyla o günden bugüne öyle bir ulaşım ağı kurmuşlarki, zorluk çekmeniz ya da bir yere ulaşamamanız mümkün değil. Toplu taşıma kullanımı çok rahat, şehrin her yanına dağılmış metro, otobüs ve tren hatları var, insanlar işlerine metro ile rahatlıkla gidebiliyor. En son üniversite yıllarında her gün düzenli olarak toplu taşıma kullanan biri olarak burada hiç zorlanmadığımı belirtmeliyim. Tabi ulaşım ağını çok eskiden oluşturdukları için metroları bizimkilere göre bir hayli eski ve ne kadar temizlense de yılların verdiği bir kirlilik var ama kullanımı bu kadar kolayken gözünüze batmıyor. Metronun en büyük sıkıntısı sabah işe gidiş ve akşam iş çıkış saatlerinde çok kalabalık olması, çoğunlukla istasyona bile sıra bekleyerek giriyorsunuz, vagona binebilmek için insanlar birbirlerini itiyorlar, açıkçası bizim metrobüsü aratır hale geliyor vaziyet 🙂

 

Trafik Sorunu Burada da Var

İstanbul’da bizi en çok sıkıntıya sokan durum, evimizle arasında 5 dakika mesafe olan işimize her sabah 40 dakikada gidip, her akşam 40 dakikada dönmekti. Burada araba kullanmıyoruz, toplu taşıma kullanıyoruz ancak yine de trafikte kalıyoruz, hem konforumuz düşük, hem aynı dertten muzdaribiz. Otobüs kullanmamız gereken durumlarda ki metrodan inince eve ulaşmak için otobüse biniyoruz, genellikle trafikte kalıyoruz, buranın İstanbul’a kıyasla iyi tarafı yoğun trafiğin sadece sabah işe gidiş ve akşam işten çıkış saatlerinde olması, sadece Cuma günleri saat farketmezsizin trafik oluyor, İstanbul’da yaşayanlar bilir artık İstanbul’da trafiğin bir saati yok, her saat trafik var.

 

Yaya Geçitleri

Diğer Avrupa şehirlerinde olduğu gibi burada da bir yaya geçidine geldiğiniz zaman arabaların tümü duruyor, yayanın geçme önceliği var ve bunun için arabaya el kol yapmanıza ya da önüne atlayıp durdurmanıza gerek yok. İstanbul’da size yol vermemek için üzerinize dahi süren araçlar burada sadece yaya geçidi dışında bir yerden geçmeye çalışıyorsanız karşınıza çıkıyor. Onun dışında yola yaklaşmanız yeterli tüm araçlar size öncelik tanıyor. Ancak burada diğer Avrupa şehirlerinden farklı olarak gözlemlediğim konu, yayalar pek kurallara uymuyor, kırmızı yansa bile caddede araba yoksa geçiyorlar, ışığı beklemiyorlar.

 

 

Akşamları Sokaklar Bomboş

Biz alışmışız İstanbul’da, gecenin bir vakti eşimle aklımıza esiyor Çengelköy’e gidiyoruz, Bebek Sahili’ne gidiyoruz, her yer açık, insan dolu ve cıvıl cıvıl. Burada insanlar işten çıkıyor, pubın önünde birer içki içip sosyalleşiyor, sonra evine gidiyor. Akşam saat 21.00’dan sonra sokakta insan görmek çok zor, açık mekandan zaten bahsetmiyorum bile, publar bile erken kapatıyor. En merkezi yere de gitseniz tek tük insan görüyorsunuz, dolayısıyla bir zaman sonra sizde çıkmamaya proglamlıyorsunuz kendinizi. Sadece hafta sonları biraz daha hareketlilik oluyor ama bizdeki gibi değil. Bu belki olumsuz sayılabilecek bir özellik değil ama İstanbul’da yaşayan biri için garipsenecek bir durum, en azından benim için öyle 🙂

 

Parklar

İtiraf etmeliyim Avrupa’da en çok kıskandığım ve bizde niye yok dediğim yerler parkları ve Londra bu konuda çok iddialı bir şehir. Londra’nın %40’ını yeşil alanlar oluşturuyor, her yerde parklar, bahçeler, yemyeşil meydanlar ve mükemmel peyzaja sahip mezarlıklar bulunuyor. Her yerde şehir parkları var, parklar gerçekten çok güzel, hafta sonu aşırı kalabalık oluyor ama olsun şehirden bunalınca kaçabileceğiniz, oksijen alabileceğiniz, şehrin içinde ama sanki çok uzağındaymış hissiyatı veren parklara sahip. Evinizin yakınında park yoksa bile private gardenlar var, sadece etraftaki evlerin erişimine açık olan özel bahçeler. Zaten genel olarak Londra’da uzak mesafe yok, sadece metro ile istediğiniz parka ulaşabilir ve keyifli vakit geçirebilirsiniz. Parklar muhteşem düşünülmüş, içerisinde oyun alanları, göletler, piknik yapabileceğiniz düzlükler, yürüyüş alanları her şey var. En güzel tarafı ise minik hayvanlar, sincaplar, kuğular, ördekler parklarda özgürce yaşıyorlar, insanlardan korkmuyorlar çünkü bu hayvanlara zarar verilmiyor, belki bunda kraliçeye ait olmalarının ve zarar vermenin caydırıcı cezaları olmasının da payı vardır ama büyük oranda olduğunu düşünmüyorum çünkü bu şehirde kuşlar güvercinler bile evcil hayvan gibi, elinizden yemek yiyip üzerinize konuyorlar.

 

Burası da bir şehir parkı, geyikler burada tel örgülerle çevrili alanlarda değiller, bu orman büyüklüğündeki park onların doğal yaşam alanı 🙂

 

Hava Koşulları

Parkların güzelliğinden bahsetmişken bu parklara gidebilmek için ortam sağlayacak hava koşullarından da bahsetmem gerekli. Evet parkları mükemmel ama bu parklarda vakit geçirebilmek için de güneşli hava olması gerekiyor, burada insanlar güneş göremiyorlar diye D vitamini takviyesi alıyorlar. Malesef hava koşulları çok kötü ama bu kötülüğün sebebi yağmur değil, Londra her ne kadar yağmurlu bir şehir olarak ünlenmiş olsa da Roma, Sidney, New York gibi şehirler bir yıl içerisinde Londra’dan daha fazla yağış alıyorlar. Benim gözlemlediğim kadarıyla buradaki hava sorunu belirsizlik. Sürekli sıcak, sürekli soğuk ya da sürekli yağışlı olsa insan bir zamandan sonra alışır ve tahammül edebilir hale gelir ancak burada sabah dışarı çıkıyoruz hava kış gibi 10 derece ama öyle bir rüzgar esiyorki sanki kar yağacak, öğleden sonra bir ısınıyor, nemli bunaltıcı bir havaya dönüyor, montunu eline aldığın halde ter içerisinde dolaşıyorsun ardından yağmur başlıyor ve fırtına çıkıyor, o yağmura ne şemsiye ne de yağmurluk dayanabiliyor.. Bu hava koşulları sürekli kendi aralarında yer değiştirerek hissedilmeye devam ediyor. Buraya Mayıs ayında sulu kar yağabiliyor, hava koşulları sizi sürekli şaşırtıyor! Bir günde dört mevsimi yaşadık derler ya, bu şehir tam anlamıyla her gün dört mevsim yaşıyor.

 

Çok Dilenci Yok Olanlarda Müslüman

Sokaklarda bizdeki gibi dilenen insanlar, cam silen mendil satmak zorunda olan çocuklar yok, bunu söylerken Homeless olarak tabir ettiğimiz insanları saymıyorum, onlar zaten sokağın ortasına çadırını kurmuş, uyku tulumunun içerisinde yatan ama önüne bir karton bırakıp orada yazdığı not ile yardım isteyen ve her daim para toplayan insanlar, bunu yaparken kesinlikle sizi rahatsız etmiyor ya da herhangi bir şey söylemiyorlar. Dilenciden kastım bizim ülkemizdeki gibi elini açıp para isteyen insanlar, burada çok yoklar, hatta aşırı nadirler sadece çok kalabalık ve merkezi yerlerde bir ya da iki tane gördüğümü söyleyebilirim, ama üzücü olan tarafı hepsi müslümanlar. Genellikle kapalı kadınlar, yanlarında çocuklarıyla ya da ailece dileniyorlar, gerçekten üzücü.

 

İnsanlar Küçük Evlerde Yaşıyor

Burada da insanlar İstanbul’da olduğu gibi küçük apartman dairelerinde yaşıyor, müstakil evler ise Amerika’da olduğu gibi geniş metrekareli ve kocaman bahçelere sahip değiller. Şehir merkezinde apartman hayatı yaygın, biraz dışarı çıkmaya başlayınca müstakil evler de başlıyor ama dediğim gibi küçükler. Ev kiraları çok yüksek, sadece bizim için değil burada yaşayan buradan kazanan insanlar için de yüksek. Londra 9 zone yani bölgeden oluşuyor, bizim şuan oturduğumuz ev zone 2 ve 3’ün sınırında yer alıyor, stüdyo daire ve aylık kirası 1.850 pound. Zone 1-2 arasında, daha merkezi, daha yeni, daha lüks bir yerde 2+1 dairede oturayım derseniz kiralar 3.000-3.500 pound’dan başlıyor, üst sınırı olduğunu düşünmüyorum, rakamlar inanılmaz noktalara çıkabiliyor. Dolayısıyla burada oda kiralama olayı bile çok yaygın, burada yaşayan ve çalışan insanlar tek başınaysa ya da sadece evli bir çiftse ev kiralamak yerine oda kiralamayı tercih edebiliyor.

 

Asgari Yaşam Koşulları

Burada aylık asgari ücret yaklaşık 1.300 pound, evet üst maddede bahsettiğim gibi ev kiraları yüksek ancak burada bir inşaat işçisi ya da Starbucks’da barista olarak çalışıyorsanız alacağınız minimum ücret 1.300 pound oluyor. Daha iyi bir işte, ailede iki kişi çalışıyorsa aylık ellerine geçen para 6.000 pound civarında oluyor ve bu paraya burada yaşamak çok kolay. Örnek vermem gerekirse burada bir süpermarkete gidip, bir koca alışveriş arabası dolduruyorsanız ödediğiniz rakam 40-50 pound arasında oluyor, güzel bir yerde yemeğe gitseniz iki kişi için 40pound tutuyor, Starbucks ya da Costa’da bir kahve 2-3pound arasında değişiyor, 4-8 pound arasında pizza yiyebileceğiniz çok güzel yerler var, Mc Donalds gibi bir yerde standart bir menü 4-6 pound arasında değişiyor. İşimiz gereği burada ben öğlen 15.00’a kadar bir kahvecide oturup laptop’ımla çalışıyorum, öğlen olduğu zaman inşaat işçileri gelip Starbucks’ta kahve içip birşeyler atıştırabiliyorlar, kendi ülkemin işçilerini düşününce ay sonunu zor getiriyorlar her öğlen nasıl Starbucks’ta kahve içebilirlerki diye üzülüyorum. Yani burada hayat standartları bize göre çok daha yüksek. Burada 30.000pounda sıfır Mercedes alabiliyor, 10.000pounda ikinci el Range Rover’a binebiliyorsunuz, asgari ücretle çalışsanız dahi bu rakamlara ulaşmak zor değil.

 

Yürüken Görüp Bayıldığımız Tarihi Evler

Hani bir Paris’e ya da Londra’ya gidince, sokaklarında dolaşırken hayran kaldığımız, ne kadar yol yürüdüğümüzün farkına varamadığımız, gözlerimizi alamadığımız o tarihi evler varya, işte onların dışı sizi içi orada yaşayanları yakıyor. Dışarıdan bakınca benimde çok hoşuma gidiyordu ancak içerisinde yaşamaya başlayınca burası nasıl ev demeye başladım. Bizim yaşadığımız ev Londra’nın meşhur kırmızı tuğlalı evlerinden biri, etraftaki bütün evlerin mimarisi birbirine benzer, müstakil de olsa apartman da olsa adamlar mimariyi bozmamışlar helal olsun. Yeni evler yapmaya da ihtiyaç duymamışlar, bazıları mevcut evlerinin içerisini yenilemiş, bazıları onu bile yapmamış. Bizim yaşadığımız ev heralde en az 40 yıllık vardır ve içeride kullanılan sistemleri anlatsam muhtemelen aklınızda bile canlandıramazsınız çünkü biz böyle bir teknolojiyle henüz karşılaşmadık 🙂 Evde bir su sistemi var, evin içinde kendi deposu gibi bir makine var, buraya bir yerden su çekiyor, sıcak suyu açtığınız zaman bir gürültü başlıyor ki evde tahammül edemezsiniz. Sadece ses çıkarsa yine iyi, her kullanımdan sonra içerisini tekrar doldurmak için su çekmeye başlıyor, o ayrı bir olay. Biri banyo yaptı diyelim, diğerinin banyo yapabilmesi için en az yarım saat beklemesi gerekiyorki depoya su dolsun 🙂 Evin merkezi ısıtma sistemi yok, inanın 3 gün bu evi nasıl ısıtacağız, ne yapmamız lazım diye aradık, o kadar eski bir ev ki yerden ısıtma falan hak getire, hani gömülü bir sistem mi var desek kendimiz bile buna inanamadık 🙂 En sonunda evin girişinde bir cihaz gördük, duvara monte, petek desen petek değil, elektrikli ısıtıcı desen o da değil, tuşuna basıp derece ayarı yapınca kutunun üstünden sıcak hava üflemeye başladı, bütün ev holdeki bu kutudan ısınıyormuş anlamış olduk ama cihazın ne olduğunu anlamadık. Evde bir klima var, klima demeye bin şahit lazım. Biz onu bir ay boyunca duvar rafı olarak kullandık, böyle dikdörtgen bir kutu gibi duvara monte raf, sonra bu ne acaba diye biraz kurcalayınca soğuk hava verdiğini ve dışarıda bir cihazı çalıştırdığını gördük ama hala emin değiliz klima olduğundan, bize klimaymış gibi geldi 🙂 Pencereler desen ayrı bir tarihi eser, dışarıya doğru açılan eski pencere çerçeveleri, içerisinde ise ayrı camlı sürgüler, anlatamıyorum bile.. Velhasıl eski evlerde yaşamak zor ama evin içi yenilenmişse ve son teknolojiyle donatılmışsa çok güzel, aylık kiraları 3.500-4.000 poundlardan başladığı için ulaşımı güç. Ama sokaklarda dolaşırken mimariyi izlemek, fotoğraflamak çok hoş ve bedava 🙂

 

 

Kalabalık Bir Şehir

Londra, İstanbul kadar olmasa da kalabalık bir şehir, aynı keşmekeş burada da mevcut, insanlar sürekli bir yerlere yetişiyor edasıyla koşuşturuyor, çok fazla turist var, yereller bu durumdan çok şikayetçi, her yeri turist basıyor, çok kalabalık, biz şehrimizin tadını çıkaramıyoruz, her yerin girişinde sıra var diye yakınıyorlar. İstanbul’un kalabalığından kaçmak için gelinecek bir şehir değil kesinlikle.

 

Herkes Yabancı

Bu durum iyi mi kötü mü bilmiyorum ama burada doğru düzgün İngiliz yaşamıyor ya da sokağa çıkmıyorlar 🙂 Nijerya’da İngilizce konuşanların sayısı İngiltere’ye göre daha fazlaymış, Nijerya’nın da resmi dillerinden biri İngilizce olduğu için bu konuyu nüfus çokluğuna bağlamışlar. Ama biz yaklaşık bir buçuk aydır buradayız ve gerçekten İngiliz olan az kişiye rastladık, burada herkes yabancı, herkes kendi dilini konuşuyor, toplu taşıma araçlarında ya da cafelerde duyduğunuz konuşmalar Arapça, Hintçe, Uzak Doğu Dilleri hatta Türkçe 🙂 Şehir tam bir kültür çeşitliliği halini almış durumda. Bir diğer ilginç olan konu şehirde bulunan Müslüman halk çoğunluğu, o kadar çoklarki tüm çalışma alanlarına girmişler, kendi mahallelerini bölgelerini oluşturmuşlar, marketlerde ürünleri satılmaya başlanmış, şehrin en merkezi yerlerinde sadece Arapça tabelalardan oluşan yüzlerce dükkan açmışlar, bu durum da ayrıca ilgimizi çekti.

 

 

Yemek Kültürü

Malesef İngiliz’lerin kendilerine özgü bir yemek kültürü bulunmuyor. Fish and Chips yani balık ve patates kızartması, Afternoon Tea dedikleri Beş Çayı ve bizim asla yapamayacağımız İngiliz Kahvaltısı dışında bir kültürleri bulunmuyor. Beş Çayı’nda İngiliz çayı ve yanında pasta kurabiye gibi hamur işleri servis ediliyor, kahvaltı olayı domuz pastırması, domuz sosisi, yumurta, kuru fasülye ve domuz kanı ile yapılan black pudding adı verilen bir yiyecekten oluşuyor. Biz domuz yemiyoruz ancak yiyenler için bile sabah kahvaltısında pek iç açıcı yiyecekler gibi gelmedi bize, Türk kahvaltısının gözünü seveyim 🙂 Yemek kültürlerinin olmaması şuna yaramış, şehirde tüm dünya mutfaklarına ait çok güzel restoranların ev sahibi olmuşlar ve yine marketlerde tüm dünya mutfaklarına ait ürünler satılıyor. Ama bizim ülkemizdeki çeşitliliği ve lezzetleri düşününce burada insan gerçekten boşluğa düşüyor ve o yemekler inanılmaz özleniyor.

 

Sigara Dumanı

Ben bizim oraya laf söylerdim, herkes istediğini yapmakta özgür ancak sokakta sigara dumanını benim suratıma üflemeye ve beni o dumanı solumaya mecbur bırakmaya ne hakları var diye ve en çok rahatsız olduğum konulardan biriydi. Burada da insanlar aynı, sigara içen insan sayısı çok fazla ve bunu sokakta yürürken dumanı sizi rahatsız edecek şekilde yapıyorlar, izmaritlerini yerlere atıyorlar.

 

İnsanların Klima Ayarı Yok

Londra’nın havasının az çok nasıl olduğunu anlamışsınızdır, şimdi bu havalardan bağımsız klima ayarı yapan insanlar var birde, onları da burada anmazsam olmaz. Diyelimki dışarıda bunaltıcı bir sıcak var, ne metrolarda ne mekanlarda hiç klima çalıştırmıyorlar, kavruluyoruz. Dışarıdaki hava biraz bozulsun, soğusun, yağışlı hale gelsin hemen klimanın soğuk ayarını sonuna kadar çeviriyorlar donuyoruz. Bunu otobüs, metro, mağazalardan tutunda cafelere kadar herkes yapıyor. Hava koşulları sürekli belirsiz olduğu için o insanlara da hak veriyorum ama bu koşullarda da hasta olmamak mümkün değil.

Şimdilik izlenimlerim bu kadar, sonuna kadar okuduğunuz için teşekkür ederim. Bunlar dışında sormak istediğiniz konular olursa yorum bırakabilir ya da bana mail atabilirsiniz. Sevgiler.